ALBATROSUN YOLCULUĞU
adlı sinema filmi ve yeni çıkan MULETA adlı son romanıyla ilgili Cengis T. Asiltürk ile
konuştuk.
SİNEMA-JENERİK: Romancı
ve yönetmen olarak söz edelim sizden.
CENGİS T. ASİLTÜRK: Ben
dört yaşında okuma-yazma öğrendim. Günün birinde roman yazacağımı ve film
çekeceğimi sanırım o günlerde de biliyordum. Bunda, kuşkusuz içine doğduğum
ailenin büyük rolü var. İlk kitabım lise ikinci sınıf öğrencisiyken basılmıştı.
Öğretmenlerin verdiği cesaretle; on beş yaşında birisi için epey iyi
sayılabilir, sokakta şair gibi yürüyebilmek için (daha sonraki yıllarda)
başarılı bulmadığım şiirlerden oluşan bir kitabım yayınlanmıştı. Ova Yayınları
hayır dememişti. Lisede! Yazdıklarını şiir zannetmek kolaydır o yaşlarda...
Kendini şair diye tanıtmak da... Öyle bir yanılsama, öyle bir hata içindeydim.
İkinci şiir kitabım İsyan Çiçeği basıldığında üniversite öğrencisiydim. On yedi
yaşında ilk kısa filmimi çekerken, “Tamam, başlıyor” diye düşündüğümü
anımsıyorum. İnkılap Yayınları Roman Ödülü’nü alarak basılan Sırlanmış Zamanın
Gölgesinde adlı romanım epey ilgi çekti.
SİNEMA-JENERİK:
Yazarlık ve yönetmenlik serüveniniz nasıl başladı?
CENGİS T. ASİLTÜRK:
Deliler gibi film izleyen biriydim. Arı Sineması’ndan çıkıp Sun Sineması’na
koşarak kim bilir kaç filme yetişmiştim, ama sinema hakkında bir fikrim yoktu.
Belki de vardı! Yaş on altı. Borsa Lisesindeyim... Okula giderken, bulvarda bir
film afişi gördüm. Şehrimizi ödüllendirmek isteyenler, Breathless (Nefes
Nefese) filmini getirmiş. 400 darbeyi gerçekleştirdim, yani okulu kırdım. Filmi
tercih etmiştim. Filmi bir haftada on yedi defa üst üste izledim. Bazı günler
üç seans iki suare! Büyüleyici rüyalarda yaşıyordum. Hayatım, bir sinema salonuna
hapsedilmiş o filmdeki yaşantılara aitti adeta. Dışarıdaki hayat tüm
derinliğini yitirmişti. O halde sinema hakkında bir fikrim vardı. Sonra şirkete
mal getiren bir geminin İçel Limanı’na yanaştığını öğrendiğim an beynimi bir
kurt oymaya başladı. Sevkiyatı organize etmek üzere yola çıktığımızda,
Adana-Mersin yolunda aklımda tek şey vardı: O gemiye atlayıp, okyanusun öbür
tarafına, Amerika’ya gidip film çekmek! Hollywood filmlerine bayılıyordum.
Tamam! Öyle de; kamera nedir, oyuncu kimdir, set neresidir, senaryo nasıl bir
şeydir, kurgu işin neresinde? Amerika'ya giden gemiler kıtanın neresine
gidiyor? Hollywood ne tarafa düşer? Hiçbir fikrim yok! Peki, nasıl olacak o iş?
Durgunlaştım. Arabayı kullanan dayım, ara sıra göz ucuyla bakıyor! Mallar TIR’a
yüklenirken, gemiye girip saklandım! Nefes bile almıyorum çuvalların arasında.
Beni bulup kıyıya bıraktılar! Gemi çekip gitti. Geminin arkasından bakarken,
deliler gibi ağlamaya başladım. O puslu manzarayı anımsadıkça halen içim ağlar.
SİNEMA-JENERİK: Roman yazarı ve sinema yönetmeni olarak, bu iki sanat arasındaki
bağlantı ve ayrılıklar hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
CENGİS T. ASİLTÜRK: Her ikisi de
birer anlatı sanatı... Bağlantılar demeyelim de, sımsıkı bağlantılar diyelim...
Sinemanın genç bir sanat olduğu, dilinin henüz oluşmakta olduğu, sinemanın
kendi yolunu çizmekte olduğu gibi saçmalık dolu sözler duyar, okursunuz. Sinema
sanatının dili; sinemayı bir yana bırakalım, daha fotoğraf bile ortalıkta
yokken zaten vardı, hazırdı. Sinema kendisi olarak yola çıktığı anda, ulaşacağı
yer belliydi. Hikâye anlatacaksınız... Masalların, hikâyelerin, destanların,
epopelerin, efsanelerin, rüyaların, tiyatro oyunlarının, düşlerin, romanların
yaptığını, hareketli görüntülerle anlatacaksınız. Deneysel çalışmalar bir yana,
sinemanın işi, insanlığın ilk günlerinde ortaya çıkmış olan hikâye anlatıcılığı
sanatını aslına en yakın hale getirmektir. Tanrı’nın yaptığını öykünmek...
Sinemayı başka bir şey zanetme eğilimi hep var; onu resim sanatıyla,
tiyatroyla, fotoğrafla karşılaştırmak komik duruma düşmektir. Zaten bu türler
zaman içinde elenip gidecekler. Zira sinema tüm sanatları yağmalamıştır, ama
kendinden başka bir şey değildir. Çok kestirmeden gidip, “Sinema özünde
görüntüyle bir hikâye anlatma/yaşatma sanatıdır” demek isterim. Basit görünse
de, basitçi bir tümce/tanım değil bu; sadece yalın söylenmiştir, o çok zor
olan... “Yönetmenimiz sinemaya resim sanatından geliyor, fotoğrafçılıktan
geliyor, kendisi eskiden tiyatrocuydu...” gibi saçma sözler duyarsınız. Hatta,
edebiyat uyarlamaları bağlamında, “Sinema edebiyatçı dükkanı değildir” gibi
efelenmeler de duyarsınız. Pekala.. Sinema, resim galerisi mi? Sinema, fotoğraf
sergisi mi? Saçma bunlar. Sinema kendisidir. Gerçek olandan yola çıkarak kendi
gerçekliğini yaratma sanatıdır bir yerde... Ne dersek diyelim, sinema hikâye
anlatma sanatıdır, ama kendi diliyle, tiyatronun ya da fotoğrafın diliyle
değil.. Bunu elbette görüntü öncelikli bir dille yapacaksınız; yoksa film
yaptığınızı zannederken, “görüntülü radyo oyunu” ya da “tiyatro oyunu”
yaparsınız! İnsanları, sinema yaptığınıza ikna edebilirsiniz, bu da başka bir
tartışmanın konusu... Roman ve sinema bir arada düşünüldüğünde şunu
söyleyebilirim: Sinema dili, keşke romanın yazıldığı doğal dil kadar esnek
olabilseydi. Keşke...
SİNEMA-JENERİK: Okuyucu kitleniz en çok kimlerden oluşuyor? Bundan memnun
musunuz?
CENGİS T. ASİLTÜRK: Romanlarımın
okuyucularını tanımlamam kolay değil. Zira her yaştan, her kesimden okuyucum
olduğunu biliyorum. Bana yazıyorlar, tanışıyoruz, telefonda konuşuyoruz,
söyleşilerde tartşıyoruz. Kadınlar daha fazla benimsedi benim anlatı dilimi,
ele aldığım hikâyeleri, konuları. Bunu net olarak görebiliyorum. Yaşlı insanlar
var aralarında. Genç insanlar var... Ben roman yazarken de, film yaratırken de
hep yitik bir zamanın peşinde oldum. Eksik yaşanmışlıkların, çocukluk
anılarının, gençlik düşlerinin... Hayatla, kendisiyle, duygularıyla, başka
insanlarla, dünyayla, yaşantı biçimleriyle dertleri olan insanlar benim
romanlarımın takipçileri...
SİNEMA-JENERİK: Roman yazarken mi, senaryo yazarken mi daha mutlusunuz?
CENGİS T. ASİLTÜRK: Yazarken, bir
yapıtı kurarken, sınıfta ders anlatırken, sette öğrencilerime kamerayı niçin
oraya değil de buraya koyduğumuzu söylerken de, oğlumun okul kıyafetini
ütülerken de mutluyum ben... Ben mutlu bir insanım, ne yaparsam yapayım
mutluluk içinde yapıyorum; çünkü hayatın kendisinin, nefes alıp-vermenin
mucizevi bir şey olduğunun bilincindeyim.
Roman yazmak, film çekmek, insan yetiştirmek bir kalkışmadır özünde...
Dünyaya meydan okumadır.
SİNEMA-JENERİK: Sırlanmış Zamanın Gölgesinde adlı romanınızdan Muleta adlı romanınıza
uzanan çizgide roman yazarlığınızda bir değişim var mı?
CENGİS T. ASİLTÜRK: Ben dürbünün
ters tarafıyla bakmayı seviyorum hayata. Bir kuyunun başında durup dibindeki
suya bakarken; bir anda, kuyunun içinden gökyüzünün, yıldızların, bulutların,
kuyunun üzerine uzanmış bir ağaç dalının, gökyüzündeki güvercinlerin nasıl görünüyor olabileceği merakına kolayca
kapılırım. Denerim de, kuyunun içine inip oradan yukarıya bakmayı... Sırlanmış
Zamanın Gölgesinde adlı romanı yazmaya başladığımda on altı yaşındaydım. Yirmi
yıl kadar çalıştım üzerinde... Muleta’yı tamamlarken ödüllü bir romancıydım.
Daha gelişmişti sanırım anlatıcılığım. İnsan ne iş yaparsa yapsın; artık
gelişmediğini, duraladığını hissediyorsa o işi bırakmalı. İlle de roman yazmak,
ille de film çekmek zorunda değiliz. Kimsenin bizden böyle bir talebi yok.
Muleta romanım kurgu açısından belki de tüm edebiyat tarihinde türünün tek
örneğidir... Adınız Pierre, John, Monica, Valery olsa, böyle sözler ettiğinizde
daha inandırıcı olursunuz, bunun farkındayım...
SİNEMA-JENERİK: Roman yazarlığınızdaki bu değişim, okuyucunun isteklerine göre mi
oldu?
CENGİS T. ASİLTÜRK: Hayır elbette.
Ben roman yazarken ya da film çekerken okuyucuyu ya da izleyiciyi asla referans
almam. Romanımı isteyen okur, istemeyen okumaz. Filmimi isteyen izler,
istemeyen izlemez... Ama bunu söylerken, ben zaten abuk subuk, sıkıcı, kabızlık
dolu işler yapmadığımın farkındayım. Öyle yapılmış işlerden zaten ben de
sıkılıyorum. Yüzyıllık Yalnızlık, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Benim Adım
Kırmızı, Dönüşüm, Tutunamayanlar, Bir Gün Tek Başına, Goriot Baba, Aşk Otobüsü,
Gazap Üzümleri, İnce Memet sıkıcı romanlar mı? Hayır! Niçin sıkıcı
olsunlar? Bir Zamanlar Amerika, Üçüncü Sayfa, Karşılaşma, Salkım Hanım’ın
Taneleri, Eşkiya, Kabadayı, Before The Rain, Gölgeler, Kitap Hırsızı, Muhteşem
Güzellik, Hero, Büyük İskender, Ağır Roman, Mustafa Hakkında Her Şey, Düşler,
Ağustos’ta Rapsodi, Serseri Aşıklar, Ulis’in Bakışı, Ağlayan Çayır, Vizontele,
Duvara Karşı sıkıcı filmler mi? Hayır! Niçin sıkıcı olsunlar?
SİNEMA-JENERİK: Her roman film olarak bir senaryoya dönüşebilir mi?
CENGİS T. ASİLTÜRK: Evet... Romanı
roman, senaryoyu ondan yola çıkılarak yazılmış bir metin, nihayetinde filmin
bir aracı olacak metin/senaryo olarak düşündüğümüz zaman, her roman filme
uyarlanabilir. Öyle ya da böyle... Kimi romancılar, romanlarını yazarken film
yapımcılarına “göz kırparak” yazıyorlar, bu ayrı bir durum. Zaten bir yaratıcı
için etik bir davranış değil bu!
SİNEMA-JENERİK: Son yayınlanan romanınız Muleta film olacak mı?
CENGİS T. ASİLTÜRK: Sırlanmış
Zamanın Gölgesinde adlı romanım için Abdullah Oğuz ve bir başka yönetmen daha
girişimde bulunmuştu. Tasarı olarak kaldı bu girişimler. Muleta adlı romanım
için de teklifler var, ama ikisi de dönem işi. Çok pahalı olur. Bütçe açısından
ağır işler.
SİNEMA-JENERİK:
Başlangıçta neler oldu?
CENGİS T. ASİLTÜRK:
Sanırım benim hiç kısa filmim yok! O başka bir format. Benim “kısa” filmlerim,
uzun filmlerin kısaltılmış halidir. Dünyanın birçok festivalinde gösterildi
onlar. Özgürlük Tutkusu, Esrime, Komik Ölüler Ülkesi, Ateşe Pervane Olan Kelebekler,
Düş Akıntıları... Bu filmler, VHS kasetlerde iyi korunamadıkları için bugün
adeta izlenemez halde. NOT: Bu süreçte Yücel Ünlü, Tanıl Arayancan, Hüseyin
Bulut, Soner Seviş, Özge Seviş, Birol Alparslan, Zaim Güvenç, Fatma Küçükkurt,
Sacide Vural, Figen Genç, Semra Hıra, yeter Karaçimen, unutursam bağışlasınlar
daha birçok kişi destekledi beni... Herhangi bir paye önemli değil benim için.
Film çekiyorum. Bu, roman yazmak gibi.
Hikâye anlatmak istiyorum, anlatıyorum. Doğru kurulmuş bir film, bir filmden ibaret
değildir. O hayatın tüm kurallarıyla örüldüğü için, hayatın tüm görüngülerini
kendi içinde gösterir. Bunu bazen gizleyerek (izleyicinin imgesel yolla kendi
zihninde kurmasına yol açarak) yapar. Yönetmenin “doğru” bir film kurabilmesi
için, tüm egolarından arınmış olarak (burası karışık biraz; belki de tam
tersine tüm egolarıyla işe kalkışarak) ortaya çıkması, yani hikâyeyi, duyguyu,
atmosferi, oyuncuları, dolayısıyla filmini layığınca yönetmesi gerekir. Böyle
bir yönetmenlik, sistemi çalıştırabilme becerisini, kolektif bilinci, kolektif
çalışabilme esnekliğini gerektirir; uzun vadeli düşünmeyi zorunlu kılar. Bu
tarzda çalışmak, son kertede kolektif çalışma becerisinden ayrışır, yönetmeni
yalnızlaştırır. Paylaşılamaz ve sorgulanamaz olan işte bu yalnızlıktır. Bir
yönetmenin ödün vermemesi gereken de, işte bu prensip olmalıdır. Çünkü
yönetmenliğin sorgulanacağı tek mecra, onun filmde gözlenebilecek
yaratıcılığıdır. Ben film çerken de roman yazarken de kayıp bir zamanın
peşindeyim... Saatlerin kadranında gösterilemez olan, yaşanmamış ya da
unutulmaya yüz tutmuş bir zaman bu... İçine doğduğum aileyle ilgili... Kendimle
ilgili... Yenilgilerimle ilgili... Yanlışlarımla ilgili... Sevgiyle ilgili...
Sinema bir yaşantılar evreni kurmaktır. Yeniden kurmaktır onu... İnsanlık,
masumiyetini bir yüz yıldır kaybetti. Belki de öyle bir masumiyet hiç olmadı.
Bilmiyorum. Bir düşünmek lazım... Filmin ya da romanın (anlatının) kurmaca
evrenine ait gerçeklik, niteliği neredeyse her zaman müphem olan o sözüm ona
gerçeğin kendisinden daha masumdur... Ben yitirilmiş bir zamanın içindeki o
masumluğu filmlerim ve romanların aracılığıyla yeniden kurmaya çabalıyorum.

SİNEMA-JENERİK:
Albatrosun Yolculuğu bir edebiyat uyarlaması değil mi?
CENGİS T. ASİLTÜRK: Bir
değil belki... Sinema ile birçok sanat arasında ilişki kuruldu, bu konuda
değerli çalışmalar ortaya çıktı. Tamam, neredeyse her sanat ile sinema arasında
eğreti de olsa bu ilişki kurulabilir. Sinemanın şiir ve romanla bağları öteki sanatlarla
kıyaslanamayacak kadar güçlü. Sinema, biçimsel düzlemde şiirle neredeyse aynı
yolu izler; öyküsel düzlemde ise romanla ilişkisi sıkıdır. Hatta ondan bağımsız
olamazmış gibi görünür. Edebiyat uyarlaması zordur, ancak estetik ya da
atmosfer açısından avantajları da azımsanamaz bunun. Bu nedenle roman-film
benim için önemli. Salt senaryo kuru kalıyor, ne yaparsanız yapınız. Roman
yazılan kalem ile film çekilen kameranın yakınlığı da biliniyor.
SİNEMA-JENERİK:
Endüstri SİNEMASI hakkında neler söyleyebilirsiniz?
CENGİS T. ASİLTÜRK:
Kimi filmlerin ekonomik bir değer olarak ortaya çıkması, dolayısıyla izleyiciye
ulaşması gerekir. Buna herkes saygı duymalı. Çorap, tuğla ya da benzeri bir
eşya üretip satmakla film üretip satmak arasında fark görmüyorum. Endüstri
filmlerinde her kültür düzeyinden insanın anlayacağı ve içinde yaşatabileceği
bir hikâye çizgisi oluşturulmaya çabalanır. Senaryo yazılırken, öyküsel
düzlemde izlenmesi ve anlaşılması kolay bir örgü oluşturmaya özellikle dikkat
edilir. Kimi filmlerin “sanat filmi” adı altında bilinçsizce küçümsendiği ya da
bilinçsizce yüceltildiği bir gerçek. Bu filmlerde, herkesin keyifle izleyeceği
bir öykü üstte akıp giderken, alt-metinde estetik bir değer, farklı bir anlatım
gerçekleştirilmesi amaç edinilebilir. Her kesimden izleyicinin kayıtsız
kalamayacağı film evreni kurmak bana hep mümkün görünmüştür. Dmytryk’in sözünü
anımsıyorum: “Otuz yıllık sinemacıyım; bir hikâye iyi anlatıldığında anlamayan
izleyiciye hiç tanık olmadım.” Bilindiği gibi, film-yapı her şeyden önce
zihinsel süreçtir. Onun kendine özgü kuruluşu vardır. Dil iyi kurulduğunda, iyi
bir senaryonun iyi bir film olmaması için hiçbir engel yoktur.
SİNEMA-JENERİK: Heyecan
dolu, arzuları olan biri diyebilir miyiz bu eserlerin arkasındaki kişi için?
CENGİS T. ASİLTÜRK: Evet!
Galiba öyle... Gerçek dünya sıkıcı geliyor bana. Bu nedenle roman yazıyorum,
film çekiyorum. Monitörün başında ya da elimde kalemle daha mutluyum. Romanımın
bir sekansını yazmışım, kahvemi yudumluyorum ya da dekupaj çalışıyorum, filmin
bir sahnesini kuruyorum. Tanrı beni bunlarla ödüllendiriyor, daha ne
isteyebilir insan?
SİNEMA-JENERİK: Daha
gösterime girmeden övmekte de saldırılmakta da sınır tanınmayan bir film oldu
galiba Albatrosun Yolculuğu? Filmin oyuncularından bahsedebilir miyiz?
CENGİS T. ASİLTÜRK:
Herkesin görüşüne saygı duyuyorum. Yalnız bilgisi, estetik beğeni düzeyi, düş
dünyası, algısı ölçüsünde izleyiciden de katılım bekleyen bir film Albatrosun
Yolculuğu. Zaten böyle kurmak istedim filmi. Bir yıl sonra rafa kaldırılacak
bir filmi çekmem zaten. Yüz yıl sonra okunmayacak bir romanı yazmam. Yüz yıl
sonra izlenmeyecek bir filmi çekmem. Oyunculara geçelim, bu tehlikeli sularda
fazla kalmadan. Salih Bolat ile birlikte bu ikinci filmimiz. Büyülü
Gerçekler’de Ata Naci’yi canlandırmıştı. Kendisine inancım tamdı. Memnunun
performansından... Şermin’i canlandıran Ufuk Kaptan’ın işine büyük bir aşkla
bağlılığı beni derinden etkilemiştir. En büyük artısı özgüven... Bana sarsılmaz
bir inanç duyması da benim şansım. Ufuk Hanım elastik, inatçı, adeta objektif
oyunculuğu için yaratılmış birisi ve çok titiz. Hakiki bir insan bir kere...
Şermin, canlandırılması kolay görünen, ama hiç de kolay olmayan bir kahraman. Şenol
İpek azimle çalıştı, düşündü, titizlendi, kendisiyle ve canlandırdığı
Kemancı’yla hesaplaşmasını yaptı. Sonuçtan yüzde yüz memnunuz. Ercan Kesal,
Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun adlı filminde gördüğüm an, bir daha asla
silinemeyecek izler bırakmıştı bende. Nilüfer Aydan, daha çekim sırasında, beni
ortama-sete yabancılaştırıp sinema perdesinin karşısına getirdi. Betül Arım ve
Önder Paker zaten bilinen ustalar. Çok değişik ve genç yüzler de var tabi;
Zeynep Solman Kul, Ebru Doğdu, Kerem Can San, Başar Alemdar, Fatih Efe
Karakaplan, Sena Çolak gibi...
SİNEMA-JENERİK: Albatrosun
Yolculuğu film hangi sınıfta yer alıyor? Gişe filmi, festival/sanat filmi?
CENGİS T. ASİLTÜRK: Tuzaklarla
dolu bir soru! Bu tür ayrımlara, böylesi kavramlara nasıl yaklaşacağımı
bilmiyorum ben. Hayatım boyunca iyi filmler ve iyi kurulamamış filmler gördüm;
ayrımı böyle koymak istiyorum... Bir film çok sayıda kişi tarafından izlendiği
için kötü film olamayacağı gibi, az sayıda kişi tarafından beğenildiği ya da
çoğu kişi tarafından anlaşılmadığı için de sanat filmi, nitelikli film olamaz! Yukarıda
adlarını saydığım filmler çok sayıda insan tarafından izlendi, beğenildi.
Bunlar hem gişe filmidir, hem sanat filmidir, hem de festival filmidir. Önemli
olan anlayarak bakmak... Şu an, gişe filmi ve festival filmi denilerek ortaya
nasıl bir fark konulmak istendiğini de anlamamış olabilirim(!). Başarılı bir
film, benim için sanat yapıtıdır. İzleyiciyle nerede hangi koşullarda, kaç
kişiyle buluştuğunun önemi yok. Albatrosun Yolculuğu hangi kategoriye
girer? Hayatla, kendinizle, dünyayla, gaiple derdiniz yoksa film çekmeyin!
Başka işler de var hayatta. Bir şey “söyleme” arzusu duymalısınız; müzik yapma,
şiir yazma, roman yaratma, resim yapma arzusu gibi, önüne geçilemez bir arzu.
Ben, bir şey söylemek istediğim için film çekiyorum. Albatrosun Yolculuğu da
bu nedenle çekildi. Her yaştan, her eğitim düzeyinden insan izledi filmimi,
anlamayan bir kişiye bile rastlamadım, ama bu filmin sanatsal yönden çok
katmanlı ve güçlü bir film olduğunu da biliyorum.
SİNEMA-JENERİK: Bize
zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
CENGİS T. ASİLTÜRK: Benim
için keyifli bir röportajdı. SİNEMA-JENERİK ve GÖRSAK ailesine teşekkür ederim.
Not: Sinema-Jenerik
bir GÖRSAK Görsel Sanatlar Akademisi yayınıdır.